HAN DUVARLARI VE ÇOBAN ÇEŞMESİ
Eklenme: 08.09.2017 17:21
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
VERDİĞİ İLHAMLA
Yağız Atlar nerede, meşin kırbaç kimlerde?
Balık var mı derede, sadece isimlerde.
Demir ağlarla ördük, Vatanın her yanını,
Nice partiler gördük, halk etti isyanını.
Hani Kervansaraylar, nerde Yunuslar Hanı?,
Coşku dolu halaylar, can içinde cânânı.
Gurbet benim içimde, Hasret-i Aşka doydu,
Sorsan nasıl biçimde, gönüle ateş koydu.
Acı ile ayrılık, yürek yakar/yandırır,
Daha başka gayrılık, uyuyan uyandırır.
Anadolu’yu gezsen, bin bir türlü güzellik,
Ferhat’ı dağda sezsen, ruha ait özellik.
Gök mavi, yaprak sarı, ormanlarda yeşillik,
Heybet Toros Dağları, Gelinde Beşibirlik.
Sam Yelleri Seherlerde, kağnıda tekerlekler,
Sevdâ aşkı her yerde, uçuşan kelebekler.
Islıkla havalandı, Deh!.. dedi arabacı,
Atları yavaşladı, vurmayınca kırbacı.
Kıvrılan uzun yollar, götürürken menzile,
Sarıldı hasret kollar, gözler ıslandı bile.
Yağmur düşen bulutlar, Hakkın rahmetidir su,
Tükenmeyen umutlar, ümit kaynağıdır bu.
Yollarla tekerlekler, Asırlar ötesinden,
İstek/Amaç/Dilekler, âhenkler bestesinden.
Medine Işığında, kervanlar nere gider?
Helâlin kaşığında,alın ter gayret ister.
Mızrâbın âşığında, hisleri mâna besler,
Leylâ’nın Maşuğunda, gaipten gelir sesler.
Dünya iki kapı han, birden gir, diğerden çık,
Hicrân-ı Aşka dayan, nefsinin tahtını yık.
Girsen handan içeri, gönülde yanan ocak,
Hızar olup biçeri, açarsın ona kucak.
Han duvarında çizgi, vȋrân olmuş duygular,
Yakıyor âşık ezgi; türlü,çeşit kaygılar.
İsli lamba arama, yataklar hasır üstü,
Parmak bastın yarama, kalemim sana küstü.
Handa yolculuk başlar, öteler ötesine,
Namazda eğik başlar, İlâhi güftesine.
Ağustos’ta kar yağar, Mevla isterse olur,
Geçit vermeyen dağlar, metanetle kaybolur.
Akabe Boğazından, geçmek kolay değildir,
Sevgilinin nazından, kaçmak alay değildir.
Rüya görmüş Çamlıbel, biz gerçeği yaşadık,
Köroğlu’nun Çamlıbel, Ayvaz aldık, başardık.
Maraş Şeyhoğlu demiş, söylemiş bu türküyü:
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben."
Kaderi neye vermiş, unutmuş aşk ülküyü.
O devir öyle geçti, Çelebi koyun adı,
Yazanlar öldü/göçtü, kararı verdi Kadı.
Zaman karar verecek, Tarih elbet yazacak,
Ölenler dirilecek, beğenmeyen kızacak.
Böyle Han duvarları, maziden bir hatıra,
KEMÂLİ uyarları, Beyit sığdı satıra.
KEMÂLİ
(8 EYLÜL 2017/ CUMA)
ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.
"Göynünü Şirin'in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca,
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa çoban çeşmesi..."
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.
Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,
Kerem'in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.
Leylâ gelin oldu, Mecnûn mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,
Ateşten kızaran bir gül arar da,
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
VERDİĞİ İLHAMLA
Gözelerden çıkan, ırmaklar akar,
Pelivanlar yıkan, yiğitler bakar,
Derd-i Gamdan bıkan, ağıtlar yakar,
Hak yoluna akan, Arş Katına çıkar.
BİLİNEN BİR SIR, YILLARDIR AĞLAR,
GEÇTİ NİCE ASIR, KARALAR BAĞLAR.
Gönüllerde saklı, sevdâ sarınca,
Nurlu yüzü aklı, Hak’ka varınca,
Emirde yasaklı, Râb uyarınca,
Olamaz pasaklı, bilir karınca.
HEPİMİZ ÇOBANIZ, EMİRLER BELLİ,
BELKİ DE YABANIZ, HEM KELLİ/FELLİ.
Akan suya bir bak, nereden gelir,
Yâd ellerden ırak, akar yükselir,
Abdest alır ayak, ruhu yücelir,
Sabret/Şükret, mum yak, ağyâr cücelir.
SUSAMIŞ DUDAKLAR, SU İÇTİ KANDI,
YIKANDI YANAKLAR, BEDEN UYANDI.
Aslıyla Keremler, geçti bu yoldan,
Gönlünü verenler, Vahdet-i Koldan,
Evliya/Erenler, Sağ ile Soldan,
Gülleri derenler, bilirler “Ol!” dan.
ÇEŞMEDEN NȖR AKAR, KİRLERİ YIKAR,
İNANMAYAN BAKAR, GÖZLERDEN ÇIKAR.
Yolcular geçerken, ulu dağlardan,
Mahsülü biçerken, Bahçe/Bağlardan,
Kurtulmak isterken, tuzak, ağlardan,
Doğruyu seçerken, mazi çağlardan.
ÇEŞMELER ŞAHİTTİR, NİCE YOLCUYA,
YÜCE HAK VAHİTTİR, SORSAN KOLCUYA.
Şairin gözyaşı, sazda aşk teli,
Sevdâyı sen taşı, sevgi yük beli,
Helâl et aşı, kıskandır ȇli,
Hilal gibi kaşı, incedir beli,
Eğme sakın başı, desinler deli,
Bekle seksen yaşı, set yıkan seli.
KEMÂLİ ARAR DA, KALEMDE ÇAĞLAR,
DURMAZ BİR KARARDA, DURMADAN AĞLAR.
KEMÂLİ
(6 HAZİRAN 2016/PAZARTESİ)
.....................................................
NOT:
"Hecenin Beş Şairi"nden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel, 18 Mayıs 1898'de İstanbul'da doğdu. Bakırköy İdadisi'ni bitirdikten sonra Tıp Fakültesi'ne girdi. Tıp öğrenimini yarıda bırakıp yazarlık yaptı. Sonra edebiyat öğretmeni oldu. Kayseri, Ankara ve İstanbul'da görev yaptı. 14 Temmuz 1946 - 27 Mayıs 1960 tarihleri arasında Demokrat Parti milletvekilliği yaptı. 8 Kasım 1973'de bir gezi sırasında öldü.
Faruk Nafiz Çamlıbel, şiire Birinci Dünya Savaşı yıllarında aruzla başlamıştır. Bu vezinle yazılmış ilk şiirleri iki kitapta toplandı: Şarkın Sultanları (1918), Gönülden Gönüle (1919). Hece ölçüsüyle yazdığı ilk kitabı "Dinle Neyden" adını taşır. Ömrünün sonuna kadar hem aruzla, hem heceyle yazdı.
İyi bir Kemalist olan Çamlıbel’in HAN DUVARLARI ile ÇOBAN ÇEŞMESİ isimli şiirleri Edebiyat Dünyasında yer alır.
..............................................................
|