SAHNELER VE RAHNELER (2)
Eklenme: 11.11.2019 14:10
BİRAZCIK EDEP
Hiç dikkat ettiniz mi?...Otobüslere binen çıplak ve dar pantolonlu kadınlar koltuğa oturdukları zaman, apış aralarına mutlaka bir çanta/eşya koyarlar.
Daracık pantolondan görünen avret yerini örtmek gayesiyle olmalı ki; bu da bir kırtık edep demektir.
Edebi tamamen terkedenler zaten, göstermekten zevk duyarlar, teşhirle satılmak için bir kapı aralarlar. Bir kadının pantolonu üzerinde, avret yerine yakın bir yerde delikler açmasının izahı nasıl yapılır, karar verin.
NOT:
TASAVVUF. “Esas, kural, âyin, hüküm, şart, ahlâk, saygı, terbiye ve nezaket” gibi anlamlara gelen edep terimi üzerinde tasavvufun doğuş döneminden itibaren önemle durulmuş, tanımları, yorumları ve tasnifleri yapılmıştır. İlk sûfîlerden İbn Atâ edebi “hep güzel şeylerle birlikte olma”, Abdullah b. Mübârek “kendini tanıma” şeklinde tarif etmişlerdir (Kuşeyrî, s. 559, 562). Ebû Hafs el-Haddâd tasavvufu tanımlarken onun edepten ibaret olduğunu söyler. Sûfîler edebin tanımından çok gayesi, faydası ve çeşitleri üzerinde durmuşlardır. Ebû Ali ed-Dekkāk’a göre insan ibadetiyle cennete girer, ibadetteki edebiyle de Allah’a erer. Zünnûn el-Mısrî, edep gözetmeyen bir müridin bu yolda mesafe alsa bile başlangıç noktasına döneceği görüşündedir. Sehl b. Abdullah da Allah’a ihlâsla ibadet etmek için nefsin edeple kahredilmesi gerektiğini belirtir (a.e., s. 559, 562, 563).
Sûfîler tasavvufun genel esaslarına uygun olarak edebi zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Zâhirî edep beden ve şeriatla, bâtınî edep ise kalp ve Hak’la ilgilidir. Her ikisine de önem verilmekle birlikte esas olan bâtınî edeptir. Zira edebin bu şekli mutlaka bedene de yansır. Bundan dolayı Cüneyd-i Bağdâdî, hacca giderken Bağdat’a uğrayan müridlerinin son derece saygılı ve nazik davrandıklarını görünce Ebû Hafs’a, “Müridlerini saray mensupları gibi edeplendirmişsin” demiş, Ebû Hafs da, “Hayır, onların bâtınlarındaki edep zâhirlerine yansımıştır” diye cevap vererek müridlerinin gösterişçi bir davranış içinde olmadıklarını anlatmak istemiştir. Nitekim bir hadiste, “Kalbi huşû içinde olanın bedeni de öyle olur” denilmiştir (Sülemî, s. 122).
Ebû Nasr es-Serrâc dünya ehline, dindarlara ve âriflere mahsus olmak üzere üç türlü edepten bahseder. Güzel konuşma, şiir ezberleme, bilgi zenginliği, siyaset kültürü dünya ehlinin; nefis terbiyesi, ruhun bedene hâkim kılınması, haddini bilme ve bayağı arzulardan kurtulma dindarların; gönül temizliği, ruhu koruma, ahde vefa, mânevî hallere dikkat etme gibi hususlar da âriflerin edebidir (el-Lümaʿ, s. 195).
Çeşitli kesimlere mensup insanların kendilerine has edepleri bulunduğunu düşünen mutasavvıflara göre genellikle edep şeriat, hizmet, Hak ve hakikat edebi olarak dörde ayrılır. Şeriat edebi Allah tarafından vahiy ve ilhamla öğretilir. Allah Peygamber’ini, Peygamber de ümmetini bu edeple terbiye etmiştir. Allah’ın Peygamber’ine öğrettiğine “ilâhî edep”, Peygamber’in ümmetine öğrettiğine “Muhammedî edep” denir. Bu ikisini içeren şeriat edebi şer‘î hükümlerin titizlikle uygulanmasından ibarettir. Hizmet edebi padişahların ve devlet adamlarının huzurunda gözetilen edeptir. Sûfîlere göre hakiki hükümdar Allah’tır. Hükümdarlara karşı gösterilen edebin hakikati Hakk’a gösterilen edeptir. Hizmet edebi şeriat edebinin özel bir kısmını teşkil eder. Hizmet edebinde edepten maddî bir fayda umulursa kişi aslında kendine hizmet etmiş olur. Hakk’a karşı edep nerede, ne zaman ve kimde zâhir olursa olsun Hakk’ı kabul edip O’na boyun eğmek, O’ndan geleni asla reddetmemek ve her vakit O’ndan razı olmaktır. Hakikat edebi, insanın Hak’ta fâni olup kendini ve edebi görüp gözetmemesidir. Burada edepten söz etmek dahi edebe uymaz. Sûfîlere göre belli hal ve makamlarda edep gereği olarak edep terkedilir. Edep daha çok resmiyetin olduğu yerlerde söz konusudur. Samimiyet, dostluk ve sevginin bulunduğu yerde edep gözetmek edebe uymaz. Bunun için Cüneyd, “Sevgi tam, dostluk mükemmel olursa edebe riayet etmek gerekmez”; İbn Atâ da, “Edepliler arasında edebi terketmek edeptir” (Kuşeyrî, s. 563) demişlerdir. Ayrıca emirlere uymak edepten üstün görüldüğü için emrin gereğini yapmak edebin gereğine göre davranmaktan daha faziletli kabul edilmiştir.
Birçok hayır ve faziletin kaynağı olan edebe uygun davranış tasavvufî hayatta çok geniş bir uygulama alanı bulmuştur. İlk sûfîler, camiye girmenin edebinden helâya girmenin edebine kadar bütün davranışlarını belirli kurallar çerçevesinde düzenlemişlerdir. Daha sonra tarikatlar döneminde bu kurallar “âdâb”, “âdâb ve usul”, “âdâb ve erkân” tabirleriyle ifade edilmiştir. Tasavvuf ve tarikat terbiyesinin amacı da sâliki Hakk’a ve halka karşı hem zâhir hem de bâtın itibariyle edepli hale getirmektir. Sûfîler, zarafet ve nezaketin kaynağı olan bu anlayışı çok sık kullandıkları “Edeb yâhû!” sözüyle ifade etmişlerdir.
Tasavvuf ve tarikat ehli arasında üzerinde önemle durulan edep şekillerinin başlıcaları müridlerin şeyhe, şeyhin müridlere karşı göstermesi gereken edep; müridlerin kendi aralarında uymaları gereken edep; sohbet, sefer, sofra, evlenme, fakirlik ve zenginlik âdâbı; tarikata girme, hırka giyme, tekke, semâ, devran ve zikir âdâbı; inzivâ ve çile âdâbı; uyku âdâbı; kabir ve türbe ziyaretinin âdâbı şeklinde sıralanabilir. Tarikat mensuplarının edep kurallarına verdikleri bu önem bazı hallerde özden uzaklaşma ve ruhî değerlere yabancılaşma gibi bir sonuç doğurmuş, bu da şekilden çok öze, bedenden fazla ruha, dıştan ziyade içe ehemmiyet vermesi gereken tasavvufun merasimcilik ve gelenekçilik haline dönüşmesine sebep olmuştur. Bu anlayış ve uygulamaya karşı ilk ciddi tenkitler Melâmîler’den gelmiştir. Melâmîler, tasavvufun ruhunu ve özünü kuvvetli bir şekilde vurgulamak için tarikat âdâb ve erkânını reddederek şekilci ve merasimci olmayan sade bir sûfîliği savunmuşlardır. Ancak zaman zaman kalenderîler, abdallar gibi çeşitli zümreler Melâmîliğin bu anlayışını istismar ederek zâhirî edebe riayetsizliği hiçbir kural tanımamaya ve İbâhîliğe kadar götürmüşlerdir. (SÜLEYMAN ULUDAĞ)
BİBLİYOGRAFYA
Hâris el-Muhâsibî, Âdâbü’ṣ-ṣûfiyye, Beyrut 1987; a.mlf., Kitâbü Teʾdîbi’l-mürîd (er-Riʿâye li-hukūkıllâh içinde, nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Âbideyn 1970, s. 607-627; a.mlf., Âdâbü’l-fakr ve şerâʾituh, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2650, s. 37-92; Serrâc, el-Lüma, s. 141, 194-195; Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 52, 53, 69, 122, 189, 207, 225; Kuşeyrî, er-Risâle, II, 558-572, 731-752; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Jukovski), s. 432; Herevî, Menâzil, s. 26; a.mlf., Ṭabaḳāt, s. 114, 251-258, 358; Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, II, 2, 251; Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye, Beyrut 1928, II, 137-175; Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn (nşr. Necîb Mâyil Herevî), Tahran 1404/1984; Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, s. 275, 281-443; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, I, 178, 604; II, 375, 633, 638; IV, 60; Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-ʿibâd, Tahran 1366 hş., s. 256, 286; Mevlânâ, Mesnevî, II, 333 (beyit nr. 1764); Azîz Nesefî, Kitâbü’l-İnsâni’l-kâmil, Tahran 1403/1983, s. 119-130; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf, Kahire 1387/1968, s. 485, 669; Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I, 89-103; II, 438, 575; Aziz Mahmud Hüdâyî, “Risâle fi’t-tarîkati’l-Muhammediyye ve Tarîkatnâme” (Külliyyât-ı Hazret-i Hüdâyî içinde, nşr. Mehmed Gülşen), İstanbul 1341, s. 15-24; İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1310, s. 528; Eşrefzâde, Müzekki’n-nüfûs, İstanbul 1328, s. 255; Aclûnî, Keşfü’l-hafâʾ, I, 70; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü’s-seniyye, İstanbul 1989, s. 14-37; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlevi Âdâb ve Erkânı, İstanbul 1963.
ÇÖPE ATILAN EKMEK VE YEMEKLER
Günümüz manzaraları arasında en acı olanlardan biri de, yemeklerin ve ekmeklerin çöpe atılmasıdır.
Vicdanlarda biraz Allah korkusu olacak ki, çöpe atılan ekmekler poşetler içinde çöp kutularının yanına konulmakta.
İki Cihan Peygamberi bir Hadisinde; yemek ve ekmeklerin çöpe atılmasında, Rızkın engelleneceğini belirtir.
Resmi ağızlara göre israfın boyutu, tüyler ürpertici.
Araştırmaya göre kişi başı ekmek israfı günlük 20 gr’dır. Bu miktar az gibi gözükse de ülke nüfusu göz önünde bulundurulduğunda israfın yıllık ekonomik boyutu, ekmeğin 2,80 TL olan kg birim fiyatından hareketle 1,5 milyar TL’dir.
Bir yılda israf edilen ekmeğin parasal karşılığı ile:
104 bin aile (5 kişilik) bir yıl boyunca yoksulluk sınırında geçinebilmekte,
162 bin asgari ücretli kişi bir yıl boyunca geçinebilmekte,
460 bin üniversite öğrencisine 12 ay boyunca aylık 280 TL burs verilebilmektedir.
Ya da;
100 yataklı 80 hastane,
Yıllık 500 bin yolcu kapasiteli 18 havaalanı,
16 derslikli 500 okul,
300 öğrenci kapasiteli 250 yurt,
500 kilometrelik bölünmüş yol gibi hizmetlerden herhangi biri yapılabilmektedir.
Ayrıca, 1 günde israf edilen 6 milyon adet ekmek, 4,7 milyon kişinin 1 günlük ekmek ihtiyacını karşılamaktadır.
Bir yılda israf edilen 2,1 milyar adet ekmek, ülkenin 23 günlük ekmek ihtiyacı kadardır.
Yatılı ve özel okullarda, kışlalarda, lokantalarda, restaurant, ayaküstü karın doyuran yerlerde ve evlerde israf boyutunda yemek atıklarını da hesaba katarsak, halimiz perişandır.
Resmi rakamlara göre; Dünyada her 25 saniyede bir kişi açlıktan ve susuzluktan ölüyor.
Çık işin içinden ve kendini sorgula...
ASRIN VEBÂSI SİGARA
Kendi görüşüm olmak üzere, “Asrın Vebâsı” dediğim sigara içenlere devamlı telkin yaparım. “Hayatı bırakma, sigarayı bırak” en çok kullandığım slogandır.
Sigara ve zararları üzerine çok sayıda çalışmam, ücretsiz dağıttığım afişlerim var. Bir Pazar günü, Pazar pazarında, karno burnu hizasında bir adama bu sloganı hatırlattım.
“İşine bak, işin yok mu, git...” deyip, sert bir tavır aldı. Nerede ise üzerime saldıracaktı. Sabır çekerek, ayrıldım.
SEVGİLİ DÜŞMANIM SİGARA
Bir mûsibet, bir Belâ, bu asrın felâketi.
Kokusu aynen hela, nefisler sefâleti.
Sağlık bedende mala, hastalık dâlâleti.
İçenin sonu Sâla, Mirasın kefâleti.
HAYAT BIRAKMA SAKIN, DÜŞMAN SİGARA BIRAK,
ÖLÜMÜN OLUR YAKIN, ETMEZLER SENİ ÇIRAK.
............................
AKROSTİŞ
SİGARA DENEN MERET
Sigara denen meret, asrımızın vebâsı,
İçmek ölüm işaret, daha nice, dahası,
Garip etse beşâret, hiç sorulmaz dehâsı,
Adam verse kefâlet, san ki çölde vahası,
Rıza kapı kefâret, gösteriş dik alası,
Ahmet, Kâmil, Melâhat, duman altı kalası.
Der bırakamıyorum, nefsin esiri olur,
En güzel olan yorum, zehiri onda bulur,
Ne gibi olsa sorum, cevabından kurtulur,
Eser bırakıyorum, zaman gelir sorulur,
Nedâmet diliyorum, kirli sular durulur.
Meret, hem de bir düşman, sigara içme sakın,
En doğrusu, ol pişman; olan / bitene bakın,
Rahat ol, olma şişman; bu ömrün sonu yakın,
Esir değil, danışman, Edeb-i Erkân takın,
Terk et, at sigarayı, dediği olur Hakkın.
KEMÂLİ(İLHAN YARDIMCI)
NOTLAR
•Sayısız sağlık sorununa yol açan sigara, Türkiye’de, yılda ikiyüzelli bin kişinin ölümüne, 100 bin kişinin sakat kalmasına yol açıyor.
Ülkemizde sigara içme oranları erkeklerde yüzde 60, kadınlarda yüzde 15. Türkiye’de 18 milyon sigara tüketicisi var.
Yıllık tütün ürünleri tüketimi 5,5 milyar paket.
“Sigara içme/Ölümü seçme, “Sigara çalım/Sağlığa zulüm” değil mi..
•Dâlâlet; “sapma, sapıklık, yanlış yolda gitme” gibi manalara geliyor.
Bu yolda gidenlere ise “ehl- i dalalet” deniliyor. Fatiha Suresi'nin sonunda,
“Bizi gazabına uğramış olanların (mağdub) ve dalalete düşünlerin (dallîn) yoluna değil, sırat-ı müstakime hidayet et.”diye bir dua cümlesi vardır. Tefsir alimleri, dallîn güruhuna Hristiyanları, mağdub gurubuna ise Yahudileri misal verirler. Bunlar sadece birer misaldirler; yoksa, bu fırkalar sadece bu iki zümreye mahsus değildir.
Yahudiler, Tevratı tahrif ettikleri ve peygamberlerini öldürdükleri için, Allah'ın gazabına layık olmuşlardır. Hristiyanlar ise, üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, Tevhit inancından ayrılmış ve dalalete düşmüşlerdir.
Bununla birlikte, söz konusu iki gurubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zor. Ama birincisinde, yani mağdub gurubunda sefahat, rezalet ve azgınlık ön plana çıkıyor; dallîn güruhunda ise yanlış fikirler ve batıl inançlar. Yoksa, kelime manasıyla bakıldığında, yanlış yola giren dallînler de mağdupturlar, yani Allah'ın gazabına uğrayan zümredendirler.
Aynı şekilde, ahlâkî yönden dejenere olmuş azgın kavimler de dalalet üzeredirler ve Allah'ın gazabına uğrayacaklardır. Her ikisinin ortak özelliği, istikametten sapmaları, Allah'ın kahrına layık kimseler olmalarıdır. Ama, birinci gurupta azgınlık daha hâkimdir, ikincisinde ise sapkınlık.
İstikamet, “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yola giren insan, her türlü edep dışı hâllerden uzak kaldığı gibi, yanlış inanç, sapık düşünce ve batıl felsefelerin de hiçbirini ruhuna yanaştırmaz; kalbinden uzak tutar.
Şöyle düşünebiliriz: hidayet, Allah'ın gösterdiği ve razı olduğu yoldur. Bu yol cennete çıkar. O saadet yurduna ve o rıza beldesine ancak Allah elçilerinin izinden gitmekle varılabilir.
Nur Külliyatı'nda, küfür ve dalalet iki kısma ayrılır; birinci kısım için, “Amelî ve ferî olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır.” şeklinde bir açıklama getirilir. İkinci kısım için ise, “âmelî ve ferî olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür” denilir. (Lem'alar)
Birinci guruba girenler, kul olduklarını hiç düşünmeden, Âhireti hesaba katmadan, dünyanın gayrimeşru zevklerinden azamî ölçüde faydalanmak isteyen sefih ve ahlâksız kimselerdir. Bu gün Batı gençliğinin yüzde doksanından fazlası ateisttir, ama bunların da yüzde yüze yakın kısmı bu birinci guruba girerler. İmansızlığı “itikadî ve fikrî bir hüküm” olarak benimseyen ve bunu dava edinerek başkalarına benimsetmeğe çalışanlar ise çok azdır. Birinci grup “mağdup” ikinciler ise “dallîn” sınıfına girerler.
Hidayete ulaştıran yollar gibi, dalalete sürükleyen sebepler de çok çeşitlidir. İman en büyük hidayettir; bunun zıddı ise küfürdür. O hâlde, dalalet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.
“Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Bakara, 2/108)
Tevhit, yani Allah'ı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalalettir. Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır:
“Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 4/116)
Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her türü ise dalalettir.
Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor:
“Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca (tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” (Furkan , 25/44)
Başta, materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslam'a zıt her türlü felsefî akım da birer dalalet yoludur ve bunlara tabi olanlar da dalalet ehlidir.
Tarih boyunca nice batıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.
İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalalet yoluna girmişlerdir.
Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime manasıyla, dalalete düşmüş olsalar bile dinî terim olarak onlara ehl-i dalalet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur:
“Şaşırıyorsunuz diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.” (Nisa, 4/176)
Ayette, dalalete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalalet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.
Şu Âyet-i kerime, dalaletin çok önemli bir kaynağına dikkatimizi çekiyor:
“Kâfirler, 'Allah bu misâlle neyi murat etmiş?' derler. Allah onun ile çoklarını dalalete atar (saptırır) ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat ancak fâsıkları dalalete atar.” (Bakara, 2/26)
Demek oluyor ki, insan fısk ve günah vadisinde ilerledikçe bu menhus yolculuğa alışır; ona bağımlı hâle gelir. Bu gibi insanlar, kendilerini aldatmak ve nefislerini tatmin etmek için, yanlış bir fikre yahut batıl bir inanca yapışmaya adeta can atarlar. (İnternet Sitesi.Sorularla İslamiyet)
|